Pink Flyod, Çorba ve Anne

“Tak tak!”

“Kapıyı kıracaklar Orhan. Daha ne kadar dayanacağız?”

“Hişt ses çıkarma! Belki vazgeçip giderler.”

Beş dakikadır polisin ısrarlı kapı vuruşuna tepki vermiyorduk. Orhan rutin akşam yemeğini yermişçesine ekmeğini parçalara ayırıyor, sonra çorbasına banıp ağzına atıyordu. Birdenbire kaşığını bıraktı;

“Sen mi aradın polisi?”

“Hayır, ben aramadım. Geldiğimden beri telefonu elime almadım ben.”

“Bu zamana kadar durdular da bu geceyi mi buldular? Nasıl inanmamı beklersin Suna senin aramadığına?”

“Aramadım yemin ederim. Aç bak, odaya koydum çantamı.”

Orhan’la tanışalı bir aydan az olmuştu. Kitaplardan alıntılar yapan Facebook gruplarından birinde, paylaşılan metnin altına yorum yapmamızla başladı her şey. Bu, sanal yollardan da olsa ilk etkileşimimizdi. Yazıyı sonrasında defalarca okumuş, hatta kendi profilime de koymuştum; “ Doğaötesi başkaldırı, ölüm yüzünden bitmemiş, kötülük yüzünden dağınık yanıyla, yaşama ve ölme acısına karşı mutlu bir birlik isteğidir.” 

Kim ne yazmış bakmadan, pek âdetim de olmadan iliştirivermiştim altına, “Bazen yaşamak da ölüm kadar acı olabiliyor.” 

Babamı aitı ay önce kaybetmiştim. İlk zamanlar nefes bile aldırmayan acının, her uyandığımda biraz daha azaldığını fark ediyordum. Eczanedeki işime gitmek artık ilk dönemki kadar zor olmuyordu. Her gün ölüm korkusuyla gelen insanların çaresizce ilaç sormaları, sonra o sevimsiz ortama dayanamadan hızlı hızlı çıkıp gitmeleri eskisi kadar dokunmuyordu. Aksine daha çok anlıyordum herkesi, kabulleniyordum.

Bir yabancının gelen kutuma gönderdiği istikrarlı mesajlarını, en fazla ne olabilir ki, diyerek cevapladım. Bu yabancının artık bir adı vardı: Orhan Kılıçlar. Beni takip etmek istiyordu. Kabul ettim. Numaramı bile verdim. Hayatta hiçbir şeyi uzun uzadıya düşünmenin bir anlamı yoktu. İlk günün çekingen kelimelerinin yerini, iki güne kalmadan sabahlara kadar uzayan derin sohbetler aldı. Müzik zevkimize ve espri anlayışımıza kadar tamamen aynıydık. Bir telefon görüşmesi ve birbirimizi yıllardır tanıyor gibiyiz klişesi ile aşkın derinliklerine çok hızlı bir dalış yapmıştım.

Benden fotoğraf göndermemi hiç istemedi. Profilimdeki yan açıdan çekilmiş bir kaç fotoğrafımın, benim görünüşüm hakkında hiçbir şey ifade etmediğine emindim. Ergenliğimden beri barışamadığım vücudumu ekranda görmekten pek de memnun olduğumu söyleyemem. Otuz yaşına gelsem de fazlalıklarımı gizlemeden, saçlarımı burnumu ortaya çıkarmayacak şekilde toplamadan ortalarda görünmem. Tabii, onun bu tutumu hayli işime geliyordu. Kendimi görünüşümden bağımsız, daha iyi ifade edebiliyordum. Gelgelelim onu merak etmekten de kendimi alıkoyamıyordum. Bir gün korka korka da olsa fotoğraf göndermesini istedim. Uzun boylu denilebilirdi. Açtığında omuzlarına kadar gelen saçlarını topuz yapmıştı. Kirli sakalı vardı, benim aksime aşırı zayıftı, kırklarının ortasına gelmesine rağmen yaşını belli etmeyen tiplerdendi. Çok yakışıklı değildi, olmasına da gerek yoktu zaten.

Şirketin birinde muhasebe personeliydi. Kendinden çok bahsetmezdi, sadece gün içinde karşılaştığı kendince ilginç detayları gece bana yazardı. Hiç tanımadığı insanların söylediklerini fazla ciddiye alır, birisinden farklı bir şey duysa ne demek istediğini saatlerce düşünür kendi içinde tartışırdı. Hassas adamdı.

“Senin hayata bakışını seviyorum,” diyordu o sakin ses tonuyla. Gerçekten de son dönemde sardığım kişisel gelişim kitapları daha ılımlı daha pozitif bir insan olmama yaramış gibiydi. Onunla konuşurken de sık sık alıntılar yapardım. Okuduklarımdan yola çıkarak tavsiyeler verirdim. Yıllar sonra bir erkek tarafından takdir görmek, dikkat çekmek iyiden iyiye hoşuma gitmeye başlamıştı.

İlk yüz yüze görüşmemizde heyecandan kalbim yerinden çıkacak gibi olmuştu. Salaş bir dürümcüye gitmeyi teklif etti, o gece için günler öncesinden hazırladığım mavi eteğim ve kırk yılda bir giydiğim pahalı çizmelerimle biraz hayal kırıklığına uğramış olsam da gözüme görünmemişti. Kendimi ona iyiden iyiye kaptırmıştım. O da öyle olacak ki, bir ayın sonunda beni annesiyle tanıştırmak istediğini söyleyince şu an şu masada olan durumu kast ettiğini anlamaktan son derece uzaktım.

“Suna, sen neden yemiyorsun, beğenmedin mi yoksa?”

“Yok, beğendim. İştahım yok sadece.”

“Hasta olabilirsin, rengin de beyazlamış zaten. Yemekten sonra annemin tansiyonunu ölçeceğim, seninkine de bakayım olmazsa.”

Aile ile tanışmak için biraz erken olduğunu düşünsem de, son zamanlarda hem bende hem annemde evlenme zamanımın geldiği ve benim bu işler için çok geç kaldığım endişesi vardı. Arkadaş çevreme göre ise o, bir erkek olarak oldukça cüretkâr sayılabilecek bu adımı atabiliyorsa ben de çekinmemeliydim. Annesiyle yaşıyordu. Başka kimsesi yoktu. Babasının onları terk ettiğini söylemişti. Bu konuda ne zaman soru sorsam konuyu değiştirip Beatles’a, Pink Floyd’a veya gündemdeki komik videolara getiriyordu.

“Anasını tanırsan onu da tanımış olursun işte daha iyi,” demişti annem. Hatta hediye olarak tatlı yapmaya karar verip, birlikte anneannemden miras kalan tarifle tahinli kabak tatlısı yapmıştık. 

En usturuplu kıyafetlerimi giyip elimde borcam kasemle konum olarak gönderdiği apartman dairesinin kapısını çaldım. Giriş direkt evin salonuna açılıyordu. İçerisi karanlıktı, havanın henüz aydınlık olmasına rağmen tüm perdeler kapanmış, ışık açılmıştı. Evdeki ekşimiş peynir kokusu girer girmez burnuma geldi. Orhan beni içeri davet etti.

“Annem hazırlanıyor içerde, birazdan bize katılacak.”

“Önemli değil, hazırlansın tabii. Montumu ve çantamı nereye asayım?”

“Bekle, ben hallederim.”

Ev bir oda bir salondu. Orhan çantamı ve montumu alıp odadan içeri girdi. Annesinin odasıdır diye tahmin edip göz ucuyla baktım. Bir yatak, yüklük, eski bir şifonyer ve mutfağa sığmadığı belli olan derin dondurucu vardı.

Ortada kurulmuş olan geniş yemek masasına oturup beklemeye başladım. Orhan’ın evini daha farklı beklemiştim, en azından ona dair sadece onu yansıtan bir eşya, bir detay. Yoktu. Yaşlı evine benziyor ve iğrenç kokuyordu. Çorbalar kâselere doldurulmuş bekliyordu. Soğumuşlardı. Zaten evdeki koku hangi yemekten geliyorsa onu yemeyecektim. 

Orhan’ın ve annesinin gelmeye niyetleri yok gibiydi. Beklemeye dayanamadım ve balkonun kapısını açıp nefes alabilmek için dışarı bir adım attım. 

“Suna hemen içeri girer misin?”

Orhan ve tekerlekli sandalyedeki annesi kapıdan bana bakıyorlardı. Kadın yaşlı fahişeler gibi makyajlıydı. Gözlüklerinin arkasından pörtlek denilebilecek şekilde açılmış gözleri tek bir yöne dikilmiş, bomboş bakıyordu. Selamlaşmak için yanına gitmeye yeltendim ama Orhan beni yerime oturttu. Kendisi de annesini karşımıza alarak yanıma oturdu.

“Annem selamlaşmaktan hoşlanmaz. Değil mi anne?”

“…”

“Merhaba teyzeciğim,”

Kadın yanıt vermiyordu. 

“Annen hasta mı acaba? Bir şey mi oldu bayılmış gibi?”

“Yok, hayır canım, sen çorbanı iç soğutma.” 

Orhan masada soğumaya yüz tutmuş çorbasından bir kaşık aldı. Ben de ayıp olmasın diye kaşığı tuttum ama koku o kadar baskındı ki içim almadı. 

“Annemle ben yıllardır bu evde yaşıyoruz. Hatta çok enteresan bir detay vereyim, ben bu evde doğan ilk bebekmişim. Annem öyle diyor.”

Orhan benim elimi tutmuştu. Normal zamanda çok mutlu olmam gereken o an benim için bir eziyete dönüşmüştü. Orhan’ın annesinde ciddi anlamda ters giden bir şeyler vardı.

“Teyzeciğim, iyi misiniz, hastaneye gidelim mi?”

Kadının başı birdenbire düşünce çığlık atarak sandalyemden fırladım. Ortaya çıkan ensesi bir balon gibi şişmiş ve morarmıştı.

“Orhan annen ölmüş. Kalk bir şeyler yapalım.”

“Hayır,” Sert bir şekilde kolumu aşağı çekti. “Biraz yorgun sadece.”

Yumuşak ses tonuyla konuşmaya devam ediyordu.

“Biliyor musun, bana ilk Pink Floyd kasetini annem aldı.”

“Orhan annen iyi değil.”

“İyi canım bir şeyi yok.”

Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüş gibiydi. Ne olduğum yeri sahiplenebiliyor, ne yerimden kalkıp tek bir adım atabiliyordum. Sevdiğim adam ve annesi yanımdaydı. Ama bu hayattaki en kötü tanışma öyküsüydü.

Kapının çalmasıyla içinde bulunduğum ortamın gerçekliğine geri döndüm. 

“Tak tak!”

“Bak çorbana dokunmamışsın bile, annem çok üzülecek. Çok uğraştık birlikte, ben de yardım ettim.”

Orhan annesinin elini tutmuştu. Kadının bedeninden ayrılmak üzere olan kemikleri derisinin içinden görünmeye başlamıştı. Başı gövdesinden kopup masaya düşmek üzereydi. Artık onu tutan sadece incecik bir deri parçasıydı.

“Tak tak!”

Orhan’ın ellerinden kurtulup kapıya doğru koştum. Aniden yerimden kalkınca boş bulunup bana yetişememişti. 

“İyi akşamlar memur bey.”

O an tekrar Orhan’a dönüp baktım. Annesinin başını geriye yaslamış, saçlarını düzeltiyordu. İçim cız etti. Aklıma babam geldi, kalp krizinden apar topar hastaneye kaldırmıştık. Onunla vedalaşmak kolay mıydı sanki? 

“Hakkınızda şikâyet var. Evden koku geliyormuş. “

“Evet, tatile gitmiştik buzdolabının kapağı açık kalmış. İçindeki etler çürümüş. Kocamla ben de çok rahatsızız.”

“Anladım, yanlış ihbar o zaman. Buraya not alıyorum. Lütfen bir an önce evi temizlettirin. Sokağa kadar gelmiş koku.”

PELİN ÜNAL

Tags from the story
, ,
Written By
More from Pelin Ünal

Paris Martısı

Okunma sayısı: 697 Başını omzuma koydu ve boynumda bitmek bilmeyen bir sessizliğe...
Görüntüle

1 Comment

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir