ÇİZME

Gün, Gülcihan için erken başlamıştı. İşe başladığından beri sabah tam sekizde şirkette olur, patronu çağırıncaya kadar cam kenarına geçip diğer yüksek katlı kuleleri izlerdi. Manzaraya bakarken düşüncelerine dalıp gider, bu hal oda arkadaşlarına pek bir tuhaf gelse de onu rahatlatırdı.

Eskiden beri eşin dostun tavsiyesiyle evlere temizliğe gitmesine rağmen bu seferki farklıydı, düzenli ve sigortalı bir işti. Başlarda alışmak kolay olmamıştı Gülcihan için. Kocasının ve kocasının ailesinin evde bitmek tükenmek bilmeyen yemek, temizlik, çamaşır yüküne, artık işinin ağırlığı da eklenmişti.

Rüyalarında kan ve ölümden başka şey göremediğinden uyuyamadığı baştaki o gecelerin yerini, bacak ve sırt ağrılarından uyuyamadığı zamanlar alır oldu. Her gün aynı kıyafeti giyiyor, saçlarını yukardan gelişigüzel toplayıp işe koyuluyor ve bayılacak hale gelene kadar çalışıyordu. Vakitsizlikten yemek yemeyi unuttuğu olurdu çoğu zaman. Yüzü solmuş, yanakları çökmüştü. Artık eski güzelliğinin onu yavaş yavaş terk ettiğini biliyordu Gülcihan.

Yorgunluk her yerine işlemişti. Bazen biraz hava alsın diye ruhunu dışarı çıkarmak istiyor, genç yaşına rağmen içinin tozlanıp paslandığını hissediyordu. Herkes ondan daha fazlasını bekliyor gibiydi. Kocası, ailesini memnun etmesini bekliyordu, bir de çocuk. Patronu ise çok çalışmasını istiyordu, ona daha çok para kazandırmasını. O gün patronunun telefonu, beklediğinden erken geldi.

Çabucak toparlanıp, çay ocağına yürüdü, Songül’ü orada bulmuştu, tam da tahmin ettiği gibi. Songül çayı ve sigarası eşliğinde, telefon ekranına dokunarak hayali şekerleri patlatmaya çalışıyordu.

“Songül abla hadi, iş çıkmış, bizim sıramız.”

“Töbe bismillah, Ramazan günü derdi ne milletin, kimmiş bu seferki, ne olmuş?” Gülcihan Songül’ü severdi. İşe beraber başlamışlardı. Aynı mahalleden ortak arkadaşları önermişti şirkete ikisini de. Gülcihan işi daha çabuk kaptığı için patron onu arardı.

“İki olay var, mali müşavirlik ofisinde olmuş. Ben de bu kadar biliyorum, gidince göreceğiz.”

Beraber giyinme odasına girdiler. Gülcihan 36 beden kıyafetlerden birini aldı. Her işten sonra kıyafetlerin tamamı bu odaya getirilir, topluca yıkanırdı. Kıyafetlerinde leke olmaması çok önemliydi. Hem şirketin kurumsallığı da ki bunu patronundan ilk günden beri duyuyordu, bunu gerektirirdi. Önce eldivenlerini geçirdi eline. Üzerine, içinde küçücük kaldığı bembeyaz tulumu giyerken, gözü aynadaki görüntüsüne takıldı. Göz altlarında yeşile çalan mavi halkalar belirmişti. Geçen ay otuz iki olmuştu ama çok daha yaşlı hissediyordu.

Şoför aşağıda onları bekliyordu. Çantaları bagaja koyup araca binerken, “Yine biri ölmüş ha?” dedi. Şoför Haluk iyi adamdı ama Gülcihan onunla konuşmaktan çekinirdi, çünkü şoföre söylediği her kelime aynı gün içinde sekretere, güvenlik görevlisine ve onlardan da diğer çalışanlara yayılırdı. Şirketin gizlilik politikası ve mesleğindeki bir yıllık deneyimi, ona kiminle konuşulup konuşulmayacağını öğretmişti. İşlerini yaparken gördüklerini anlatmaları yasak olmasına rağmen, yeni gelen kantin görevlisi sarı çocuk bile geçen gün yaptıkları işin tüm detaylarını öğrenmiş, “Nasıl oldu anlatsana,” diye gelip, haddi olmadan bir sürü soru sormuştu. Bir önceki işte tam temizliğe başlayacakları sırada polis gelmiş, delil yok etme şüphesiyle karakola götürmüştü Songül ve Gülcihan’ı. Şirket çalışanı oldukları anlaşıldıktan sonra işlem yapılmadan salıverilmişlerdi ama bir kere başları yandığı için bundan sonra polis tutanağını görmeden işe başlamama kararı aldırmışlardı patrona.

“Adresin burası olduğuna emin misin kızım, ofis yok bu sokakta.”

“Evet abi, küçük bir büroymuş, homofis çalışıyorlarmış, ev yani bir tarafı.” “Kız polis neyin çıkmasın geçenki gibi? ”

“Abla bir sefer oldu diye her zaman olacak değil ya, hem evrakları tamammış bunların.

“Aman diyim bi daha gitmem o lanet yere, uzak dursun karakol da polis de.”

Girdikleri bina otuz yaşından fazlaydı. Sıvaları dökük,  kirli sarı duvarlarıyla koridor, yeni yıkanmış taş kokuyordu. Haluk çantaları dördüncü kata kadar çıkarıp gitti. İki kadın üzerinde “REN Mali Müşavirlik” yazan genişçe kapıyla karşı karşıya kaldılar ve bir nefeslik durdular.

*

Kapıyı gençten bir çocuk açtı. Ergenliğinin başında olmasına rağmen, çocuk suratını henüz kaybetmemişti. İfadesiz gözleri bir an için açılıp iki kadını baştan aşağı süzdü, oradan da ellerindeki çantalara baktı.

“Ha, siz şeyden geldiniz, tamam, annem birazdan gelir. Siz girebilirsiniz,” deyip,

içerdeki merdivenlerden üst kata çıktı. Songül çocuğun arkasından uzun uzun baktı. “E hadi buyur bakalım. İnşallah tez zamanda gelir de işimize bakarız.”

Çelik kapıyı ağır ağır kapattıktan sonra karşılarına çıkan parlak devasa aynada kendilerini gördüler. Eşyalarını ayna ile bütünlük sağlamış mermer desenli geniş metal portmantonun önüne koydular. Ev bu haliyle temizlemek şöyle dursun kirletmeye korkulacak türdendi.

Alt kat paravanla bölünmüştü. Güneyde kalan kısımda, kapısındaki yazıdan ofis olduğu anlaşılan oda ve içinde mali müşavirlik bürosu barındıran bir ev için fazla samimi kalan mutfak vardı. Kuzeyde ise, bir ucu yerde sürünen olay yeri girilmez şeridi bağlanmış tırabzan ve devamında koridor uzanıyordu.

Aynalı duvarın arkasında kalan mutfağa kafasını uzattı Gülcihan. Alabildiğine genişti; dolaplar sade olmasına rağmen sanat eseri hissi uyandırıyordu ve tertemizdi. Zaten mutfaklar nadiren cinayet mahalli olurdu. İnsanları hayata bağlayan yerler, hayatlara son verilirken görülmek istenmiyor, diye düşünüyordu Gülcihan. Mesleği gereği, nasıl bir yerde ölebileceğini düşünmeye çok vakti olmuştu. Böyle bir apartman dairesinde ölmek istemezdi. Dört duvar içerisinde ruhunun serbest kalamamasından korkardı.

“Hay maşallah,” dedi Songül mutfağı görünce.” “Şöyle bi mutfağım olsa içinde uyurum yeminle.”

“Sus abla çocuk var içerde.” “Aman varsa var, ne dedik sanki.”

Merakları gizli bir anlaşma yapmışçasına, sol taraftaki kapı koluna aynı anda uzandılar. Önlerinde boylu boyunca serilen oda da, halının yüzeyindeki çamur lekeleri hariç temiz sayılırdı. Mutfağın aksine, salondan çevrilme bu mali müşavir bürosu olabildiğine basit ve geleneksel döşenmişti. Odanın balkon kapısının yanına yerleştirilmiş dikdörtgen ahşap masanın üzerinde kristalleri sallanan bir avize vardı. Balkon camından gelen yoğun ışık siyah kumaş sandalyeleri soldurmuştu. Kocaman televizyon ekranı karşısında çalışma masası ve iki yanına iliştirilmiş deri oturma koltukları odanın diğer tarafındaydı. Masanın üstünde sadece kalemlik ve isimlik bırakılmıştı: Mali Müşavir Kemal REN. Yeni temizlenmiş olacak ki, üzerinde toz zerresi bile yoktu.

Gülcihan duvardaki aile fotoğrafını gördü. Stüdyoda çekilmişti, bordo arka fonun önünde duran üç kişi. Kapıyı açan çocuğu tanıdı, tam anlamıyla sevimli olduğu zamanlardan, anne ve babasının ortasına oturup bacaklarını açmış, kocaman gülümsemiş haliydi. Sevimliliğini annesinden aldığı belli, diye düşündü. Baba gülmüyordu, hatta kaşlarını çatmıştı. Kendi babasını hatırladı, gülmezdi o da, sarılmazdı da, kendilerinin böyle bir fotoğrafı olmamıştı hiç, acaba olsaydı babası güler miydi? Fotoğraf Songül’ün de ilgisini çekmiş olacak, “Kim bilir ne dertleri vardı,” deyip kafasını iki yana salladı. “Vah vah!”

“Kim bilir abla?”

Anahtar sesiyle ikisi de irkilip dış kapıya yöneldiler. İçeriye güzel, hatta yakınlaştıkça daha da güzelleşen bir kadın girdi. Orta yaşın üzerindeydi, sarı ve dalgalı saçları omuzlarına salınmış, hafif makyajı elmacık kemiklerini belirginleştirmişti. Dizlerinin üzerine kadar çıkan topuklu çizmeleri göz alıyordu. İki taraf da birbirlerini bu şekilde bulmayı beklemiyormuş gibi donakaldılar. Gülcihan’ın alışık olduğu tabloda geride kalanlar, özellikle kadınlar, çökmüş olurdu. Gülmez, konuşmaz hatta kendilerini göstermezlerdi. Bu kadında farklı bir şey vardı, çok aydınlıktı. Gözleri ateş saçıyordu.

“Hazırlıklı gelmişsiniz,” dedi kadın, memnun kalmış bir ses tonuyla. Ceketini çıkarıp, kendisine kucak açan vestiyere astı, “İçeri geçelim de başlayın hemen.” Sarı şeridin üzerine muhteşem çizmeleriyle basarak yolu açtı.

Ev cennet ve cehennemi aynı anda barındırıyordu ve cehennem kendini henüz göstermişti. Koridor kan kokuyordu. Üzerine bastıkları halı kaymış ve zeminin önceki rengini belli etmişti. Yemek kapları, sigara izmaritleri, biblo parçaları, plastik poşetler, eldivenler… Hepsi onlarca çöp poşetinden gelişigüzel boşaltılmışçasına kenarlara atılmıştı.

Kapısı aralık odanın önünden geçip banyonun girişinde durdular. Yatak odası ve banyoyu birbirine bağlayan alan tamamen kan içindeydi. Duvarlar acemi bir boyacının kırmızı boyayla yaptığı deneme tahtasına dönmüştü. Kan, noktalar halinde çok geniş bir alana sıçramıştı.

“Her şey burada olmuş.” kadın bir yandan ojeli parmaklarıyla banyodaki dolapları açıp gösteriyordu. “Neyse ki fazla yayılmamış, bu koridor ve banyoda olmuş bitmiş.”

Banyo zeminindeki kan koyulaşmış ve vücut yağına karışmıştı. Klozet, içine atılan havlu yüzünden tıkanmış, su siyaha dönmüştü. Sifon ve seramikler kan fışkırmışçasına lekeliydi. Kadın talimatlara devam ederken, Gülcihan gözlerini ondan ayıramıyordu. Hayatında bu kadar dik duran bir kadın görmemişti. Sanki bir şeyleri başarmış görüntüsü vardı.

Aralık bırakılan odaya doğru kafasını çevirdi. Eliyle kapıyı hafifçe itti. Hiç ışık almayan oda diğerlerine göre küçük, duvar boyu dolapla kaplı bir giyinme odasıydı. Elbiselerin altına boy boy, çeşit çeşit çizmeler dizilmişti. Tokalılar, yılan derisi  olanlar, çok uzun olanlar, o kadar da uzun olmayanlar, topuklular… Kadın konuşmaya devam ediyordu.

“Aramadığım yer kalmadı, bazıları cinayet olduğu için korktular, bazıları iki ölüm olduğu için iki katı fiyat verdiler. Polis de ağır davrandı. Bir hafta çıkmadılar evden. Neyse ki sizin şirketi buldum. Yoksa bu koşullar altında bir ay banyo yapmamız imkânsızdı. ”

“Sorması ayıp, ölen neyiniz oluyodu?” Songül, en sonunda dayanamayıp müşterilere soru sorma yasağını delmişti. Ama Gülcihan bu soruya şaşırmadı. Eşi ölen bir kadından yas tutması beklenirdi, en azından bu kadar iyi görünmemesi.

Kadının dudakları ince ve dümdüz bir çizgi haline geldi. “Kocamı sevgilisi öldürmüş, sonra da kendini. Bir an için gerilen yüz hatları çok  geçmeden eski haline döndü.

Gülcihan cinayet mahallerine alışıktı. Kana bulanmış, darmadağınık evlerin onlarcasını görmüştü, intiharlar, cinayetler, silahla öldürülenler veya bıçaklananlar ona yabancı gelmiyordu. Ona farklı gelen tek şey ev sahibinin ışığıydı. Kadının hep mi böyle mutlu olduğunu merak ediyordu, böyle bir şey kendi başına gelseydi ne hissederdi tam olarak emin değildi. Kendinde olmayan her şey, nasıl her şeyini yeni kaybetmiş bu kadında olabilirdi?

“Ben çıkıyorum, işinizi bugün bitirebileceğinizi söylediler, sizden sonra da boyacılar gelecek. Anahtarları onlara teslim edip çıkarsınız. Şu iş çabuk bitsin, bir an önce banyo yapmak istiyorum.”

Uzaklaşan ayak sesleri ve kapanan kapının ardından Songül şaşkınlıkla karışık öfkeyle fısıldadı: “Ben böyle şey görmedim yeminle, kocası ölmüş kadın hala banyo derdinde.”

İşleri karanlık çökene kadar devam etti. Kullandıkları ağır kimyasallar bile yetmemiş, tavana kadar bulaşmış kan lekelerini çıkarmak için tüm alanı saatlerce ovalamaları gerekmişti. Müşteriler, olayları hatırlatacak en ufak bir iz kalsın istemezlerdi.

Gülcihan ise işin uzamasından memnundu, her zamankinin aksine. Odaları kendi temizlemek istedi, Songül’ü içeri sokmadı. Onun bu evde unutmaması gereken şeyler vardı.

*

Ertesi gün Gülcihan şirkete herkesten önce geldi. Listeyi kontrol etti, günün sırasında en altlardaydı. Sıra kendisine gelene kadar dinlenecekti, düşünmek istiyordu. Fakat o sabah yüksek kuleleri izlemek yerine topuklu çizmelerine bakıyor ve gülümsüyordu.

Written By
More from Pelin Ünal

Pink Flyod, Çorba ve Anne

Okunma sayısı: 719 “Tak tak!” “Kapıyı kıracaklar Orhan. Daha ne kadar dayanacağız?”...
Görüntüle

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir